PALANDÖKEN’DE KAYAK KEYFİ VE ERZURUM

Bu kez Xanadu Snow White otelin davetlisi olarak yeni bir Gezimanya Blogger etkinliğinde bir aradayız. Grubumuz çok keyifli. Aralarında Türkiye’nin önde gelen seyahat ve yeme-içme bloggerları ile Gezimanya.com yazarları da yer alıyor.

Saat 11:15 uçuşu ile gecikmeli olarak vardık Erzurum’a.

Uçağın tekerleri piste değdi. Artık Türkiye’nin en soğuk kentindeyiz. Xanadu Snow White (www.xanaduhotels.com.tr) otelin bize ayarladığı özel transfer aracı ile otele gitmek ilk işimiz oldu.

Elde olmayan nedenlerle tabii ki program da sarktı. Bu nedenle ilk gün yapmayı planladığımız şehir gezisini bir sonraki gün yapmaya karar verdik.

Havaalanından otele varışımız yaklaşık 15-20 dakika sürdü. Bir kayak otelinin havaalanına ve de şehre bu kadar yakın olması oldukça avantajlı. En güzeli de dağa çıkmak için kıvrıla kıvrıla gitmiyorsunuz. Şehir zaten 1890 metrelik rakımı ile Türkiye’nin de en yüksek şehri. Palandöken Dağı’nın eteğinde. Bu şehir yılın 6 ayı karlı. Dolayısıyla pistlere ulaşmak için dağa tırmanmanız gerekmiyor zaten tepedesiniz. Kayarken ise Erzurum ayaklarınızın altında kalıyor.

Otele girdiğimiz gibi güler yüzlü personel bizi karşılıyor. Tabii sabahtan beri ayaktayız, rötarlı da geldik, acıktık. İlk olarak bizi oteli restoran bölümünde özel bir alana aldılar. Hatta biz gecikince otelin pazarlama müdürü Selin Hanım bizim için servisi açık tutmuş. Açık büfe olarak aldığımız geç öğle yemeği sonrası ise Selin Hanım bize biraz oteli gezdirdi.

Gezdiğim kadarıyla Xanadu Snow White Otel bence Türkiye’nin en iyi kayak otellerinden biri. Birincisi oldukça yeni ve modern tasarımlı bir otel.

Odalar oldukça geniş ve konforlu.

Otelin en beğendiğim bölümlerinden biri Spa bölümü. Yaklaşık 2500 metrekare alan üzerine kurulmuş. Özellikle kayak sonrası rahatlamak için birebir. Hele de tepesi ve yere kadar cam kaplı olan alanı muhteşem. Dışarısı eksi 20 derece iken içeride ılık bir havuzda dışarıda yağan karı izleyerek yüzmek müthiş bir duygu.

İsterseniz hamam, sauna, buhar banyosu ve havuzdan da ücretsiz olarak yararlanıyorsunuz. Ancak benim aklım masajda kaldı.

Masaj odaları müthiş. Özellikle de çift olarak masaj almak isterseniz çok konforlu odalar sizi bekliyor.

Spa bölümü benim gözümde 10 üzerinden 10 aldı. Buradaki gezimiz sonrasında Selin Hanım bizi kayak odasına götürdü. Gerçekten Türkiye’de pek çok kış sporları merkezinde bulundum. Ancak bu kadar temiz ve bu kadar sistemli çalışan bir kayak merkezi daha görmedim. Avusturya Kitzbühel’de aynı sistem vardı. Kiraladığınız ayakkabılar dezenfekte ediliyor, kiraladığınız board size verilmeden önce son kontrolleri yapılıyor. Burası da aynı. Zaten başındaki Hannes de Avusturyalı.

Biz tabii fazla zaman kaybetmemek adına hemen kiralamalarımızı yaptık. İlk akşam Murat, Gökçe, ben ve Engin kayacağız. Üçü de kayak yapıyor. Aralarında tek board yapan benim. Ben de en son bundan 2 sene önce yaptım. Bakalım nasıl geçecek?

Tüm grup ile akşam yemeğinde buluşmak üzere dağıldıktan sonra bu dörtlü kayak odasında buluştuk. Sıkı sıkı giyindik. Bekle bizi Palandöken pistleri… Farkındayım, bu söylem benim için epey iddialı oldu : ) İlk akşam 1. istasyona kadar gittik. Kayarken altımızda Erzurum ışıldıyor. Kar kalitesi ise mükemmel. Pistler çok güzel aydınlatılmış. Kendimizi alamadık, sanırım ilk gece 5 ya da 6 kez 1. istasyona kadar çıkıp indik. Yemeğe bile zor yetiştik.

Akşam yemeği oldukça keyifli geçti. Zaten nasıl geçmesin ki? Katılan herkes gezme ve keşfetme sevdalısı. Herkesin birbirinden öğrenecek ve birbirine verecek fikri var.

Akşam yemeği sonrasında lobide buluşarak biraz daha kaynaşma moduna geçtik. Herkesin kendini tanıttığı yer en keyifli anlardan biriydi. Çünkü bu kadar gezmeyi seven kişi bir aradayken herkesin birbirinde bulacağı farklı noktalar vardı.

Ertesi sabah Erzurum’u keşif başladı. Sabah saat 10.00 sularında bizi otelin önünden alan araca konusunda uzman rehberimiz Ömer Raci Haşıroğlu aradan 10 dakika geçmeden katıldı. Ses tonuyla ve hitabetiyle çok heybetli bir beyefendi kendisi.

Zamanımız kısıtlı olduğundan hızlı bir Erzurum turu yapacağız. İlk durağımız Aziziye Tabyaları : ) Burası Erzurum’un en önemli noktalarından. Çünkü Erzurum asıl savaşını tam burada Ruslara karşı vermiş. Burası 1867-1872 yılları arasında Erzurum-Kars otoyolunu kontrol altına almak için Sultan Abdülaziz döneminde Erzurum valisi Fosfor Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Hepimiz pür dikkat rehberimizi dinliyoruz.

Bu tabyaların hemen doğusunda ise Aziziye anıtı ve arkasında 1877-78 yıllarında Osmanlı Rus harbinde Genç bir kızken Rus askerlerine karşı çarpışan ve Türk kadınının savaşçı ruhunu dünyaya tanıtan Nene Hatun’un mezarı yer almaktadır.

Aziziye Tabyaları sonrası kent merkezine doğru ilerledik. Burada ilk durağımız Hatuniye Medresesi olarak da bilinen Çifte Minareli Medrese. Zamanında Alaeddin Keykubat burayı kızı için yaptırdığı için adı Hatuniye olarak anılıyormuş. Anadolu’nun en büyük açık avlulu medresesi olduğu söyleniyor. Minarelerindeki turkuaz rengi çini işlemeleri oldukça dikkat çekici. Medrese tadilatta olduğu için biz içerisini gezemedik.

Buranın hemen arkasında ise yaklaşık 2 dönüm arazi üzerinde yer alan Üç Kümbetler’e gidiyoruz. Silindir tarzda kesme taştan yapılmış olan 3 kümbetten biri Emir Saltuk’a aitmiş. Diğerlerinin kime ait olduğu bilinmiyor. Bu kümbetler aslında dönemin mezarları.

Buradan yürüme mesafesinde olsa da havanın soğukluğu nedeniyle araç ile Yakutiye Medresesi’ne gidiyoruz.

İlhanlı döneminden kalmış olan medrese kapalı bir avluya sahip. İçerisinde zamanında eğitim verilen dersliklerin kapıları ufacık. Bunun sebebi de öğrencilerin kapıdan geçerken eğilmelerini sağlamak. Bu eğilme aynı zamanda ilim önünde eğilmeyi de temsil ediyor.

Bu medrese 1994 senesinden beri ise müze olarak hizmet veriyor. Müze içerisinde Erzurum yöresine has kılık kıyafetleri, bölgede bulunmuş Türk İslam sikkelerini, geleneksel kadın ve erkek takılarını, bölgedeki maden ve dokuma sanatının temsilini görebiliyorsunuz.

Buradan sonra Erzurum Kongresi’nin yapıldığı binaya gidiyoruz.

Milli mücadele, milli birlik ve bağımsızlık hareketinin temelinin atıldığı Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da Erzurum’da toplanmıştı. Biz de bu kongrenin yapıldığı odaya gidip o sıralarda oturduk.

Artık karınlar da acıktı. Erzurum’un meşhur cağ kebabından yemek gerek. Tabii buna en çok sevinenler de Harbi Yiyorum’dan Salih Seçkin ile Tadında Seyahat’ten Gürhan Kara oldu. Koç Kebap’tayız.

Cag kebap şişte geliyor. Bir şiş bitince tabağınıza ikinciyi istiyorsunuz. Böylelikle soğumadan yiyorsunuz. Ardından kadayıf dolmasının tadına baktık. Çok ağdalı tatlı sevenler için güzel bir seçenek.

Alışveriş yapmadan olmaz dedik. Alışveriş yapmak için en doğru yer Taşhan. Buranın en meşhur şeyi ise Oltu taşı. Dolayısıyla Taşhan’ın içinde Oltu taşından yapılmış takı, tespih, süs eşyası satan sayısız dükkân yer alıyor. Çok çeşit olduğu için seçmek zor. Bu nedenle ben işin kolayına kaçarak hiçbir şey almamaya karar veriyorum.

Devamı: http://gezimanya.com/GeziNotlari/turkiyenin-zirve-kenti-erzurum

PABLO NERUDA: “YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER”

Şilili yazar ve şair olan Pablo Neruda’nın asıl ismi Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto’dur. 12 Temmuz 1904’te doğan Pablo Neruda 23 Eylül 1973 senesinde vefat etmiştir.

Şili’de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Neruda, küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Meslek hayatına 13 yaşında “La Mañana” yerel gazetesindeki bazı makalelere katkıda bulunarak başlamıştır. İlk olarak Pablo Neruda adını 1920’de “Selva Austral” isimli edebiyat dergisindeki yazılarında kullanmıştır. Pablo Neruda adını seçmesinin sebebi ise Çek şair Jan Neruda’dan etkileniyor olmasıdır.

İlk kitabı Crepusculario 1923 yılında yayınlanmıştır. 1924 senesinde Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı (Veinte poemas de amor y una cancion desesperada) isimli kitabı basılmış ve pek çok dile çevrilmiştir. Santiago’daki Şili Üniversitesi’nde Fransızca ve pedagoji okumuştur. 1927-1935 arasında hükümetin elçisi olarak Burma, Seylan, Java, Singapur, Buenos Aires, Barselona ve Madrid’te görev yapmıştır.

İspanya ve Fransa’da Cumhuriyetçi harekete katılılmıştır. Bu dönemde şiirlerini “Kalbimdeki İspanya” da toplamıştır ve bu kitap cephede basılmıştır. 1939’da Paris’te konsoloslukta çalışmaya başlamıştır. Ardından da Meksika’daki konsolosluk görevine getirilmiştir. Bu görevi sırasında Güney Amerika kıtasının doğası, insanları ve tarihini ele alan şiirleri içeren “Canto General de Chile”’yi yazmıştır

1943’te Şili’ye dönen Neruda, 1945’te senatör seçilmiş ve Şili Komünist Partisi’ne katılmıştır. 1949’da yurt dışına çıkmış 1952’ye kadar çeşitli ülkelerde bulunmuştur. Bu dönemde daha çok politik eserler yazmıştır.

1970 yılında Şili başkanlığına aday gösterilmiştir. Ancak Salvador Allende başkan olmuştur. Pablo Neruda, Allende’yi desteklemiştir. Allende, Neruda’yı Şili’nin Fransa elçisi olarak görevlendirmiştir.

1971 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü alan Pablo Neruda aynı zamanda Nazım Hikmet’in de çok yakın arkadaşıdır. Kendisi Nazım Hikmet adına Barış Ödülü almıştır. 1972’de Şili’ye geri dönen Neruda 1973 senesinde vefat etmiştir.

Yavaş yavaş ölürler / Pablo Neruda

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
İzzetinefislerini yıkanlar
Hiçbir zaman yardım istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklara esir olanlar,
her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen,
veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar
yavaş yavaş ölürler.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler.

BRUGGE GEZİ REHBERİ

İçerisinde barındırdığı sanat eserleri nedeniyle şehrin, hatta ülkenin en önemli kilisesi olarak gösterilen “Our Lady’s Church”ün en önemli özelliği şehrin en yüksek kulesine sahip olması. 13. yy’da yapımına başlanıp, 15. yy’da gotik tarzda tamamlanıyor. Bitirildiği dönemde kulesinin yüksekliği 122 metre. Burası Belçika’nın 2. En yüksek kuleye sahip kilisesi. Birincilik 123 metre ile Antwerp’teki katedrale ait. En önemli olması dini vasfından dolayı değil, bu unvan St Salvator kilisesine ait. Kilisenin sağ kanadındaki şapelde Michelangelo’nun 20’li yaşlarında yaptığı Madonna (Meryem Ana) heykeli bulunmakta. Mermerden yapılan bu eser, İtalya’daki Sienna’da bulunan kilse için yapılmış olsa da 1506 senesinde Jan ve Alexander Moscroen tarafından buraya getiriliyor. Bunun yanında yine burada sergilenen 15 kadar mermer heykel var. Bu kiliseyi en önemli kılan konu işte bu! Yani Mona Lisa Paris için ne ifade ediyorsa Michelangelo’nun Madonna’sı da Brugge için onu ifade ediyor.

Hemen bu kilisenin arka tarafında kanal kıyısında yer alan Memling Müzesi var. Eskiden burası bir hastaneymiş. 1188 senesinde yapılan bu hastane 1978 senesinden sonra müzeye çevrilmiş. Şu an içerisinde o döneme ait eserler sergilenmekte.

Brugge’da 2 tane önemli meydan var; birincisi Markt place diğer adı ile Town Hall Meydanı, ikincisi ise Burg Meydanı. Birinci meydan daha çok ticari amaçlar için, ikinci meydan ise yönetim ve dini objeleri barındıran meydanmış.

Town Hall meydanındaki en önemli yapı Cloth Hall ve Belfry kulesi. Kesinlikle görülmeye değer. Buranın ilk yapılış tarihi 1280 senesi ama 1287deki yangından zarar görüyor ve 1482-86da tekrar inşa ediliyor. 1493’te zarar görüyor ve 1741’de yeniden yapılıyor. Burası Brugge’un en eski ticaret merkezi. Belçika’da üretilen Flaman’lara ait ürünler buradan tüm dünyaya gönderiliyormuş. Şu an içinde 364 adet minik mağaza bulunduğu söyleniyor.

Belfry kulesinin yüksekliği 83 metre ve yukarıya çıkmak için 366 basamak tırmanmanız gerekiyor. Değiyor mu derseniz? Kesinlikle evet! 17.yy döneminde yapılan din savaşları döneminde burayı zarar görmekten Flamanlar korumuş. Ancak savaşlar nedeniyle değil doğal koşullarından dolayı katedralin kulesi yaklaşık olarak 1,5 metre civarında yana doğru kaymış. Ancak bunu gözle pek fark edemiyorsunuz. Tabii ilerde Kuzey’in Venedik’i yanına bir de Kuzey’in Pisa’sı ünvanını ekler mi bilinmez.

Buradan Burg meydanına geçiyoruz. Eskiden bu meydanı Vikingler ve Normanların saldırısına karşı korumak için çevresini surlar ile çevirmişle ama şu an bu surlardan pek eser kalmamış. Bu meydanda en fazla dikkati çeken yapı 1376 senesinde inşa edilmiş olan Town Hall. 1895 senesinde neo-gotik tarzda yenileniyor. Brugge tarihinde önemli bir yere sahip.

Burg meydanı farklı tarzdaki mimari eserler ev sahipliği yapıyor. Hemen town Hall’un yanında 1883’ten beri Adalet sarayı olarak kullanılan neo klasik tarzdaki diğer bir önemli bina yer almakta. Ancak günümüzde turist bürosuna çevrilmiş.

Meydanın sol kısmında ise 1662 senesinde barok tarzda yapılmış Deanery denen St. Donatius kilisesinde çalışan rahip ve rahibelere ev sahipliği yapmış olan bina var. Ama sonradan sarayı bir bölümü olarak hizmet vermiş.

Meydanın diğer köşesinde ise Flamanlar tarafından yapılmış olan Basilicus kilisesi bulunuyor. Hemen yanında ise en çok turist çeken noktalardan biri olan Holy Blood Şapeli var. Buranın özelliği ise içeride kutsal kan olduğuna inanılıyor. 12. Yy’da isa’nın kanı bir silindir içerisinde buraya getirilmiş. Günün belli saatlerinde (14:00-15:00 arası genellikle) bu silindiri korunduğu yerden çıkartıp bir yastık üzerine koyuyorlarmış. Katolikler bunun kana hareket kazandıracağına inanıyorlar. Buradaki yıllık kutlama ise Mayıs’ın 2. Haftası yapılıyormuş.

Burg meydanındaki town hall binasının arasındaki daracık sokaktan geçerek kanalın yanına çıkıyoruz. Zaten burada bütün sokaklar daracık ve labirent gibi. Ama çok keyifli. Hangi köşeyi dönseniz bir sürpriz bekliyor sizi. Kanalın oradan şehri tekne turu ile de keşfetmek mümkün. Yaklaşık olarak için 35 dakika sürüyor. Kanalın üzerindeki köprüden geçince sol tarafta bir balık pazarı var. 1820’den beri Pazar günleri hariç her gün balık pazarı kuruluyor burada.

Sağ tarafta ise birbirinden çeşitli kafeler ve hediyelik eşya satan mağazalar var. Eğer hediyelik eşya almayı düşünüyorsanız, bu taraftaki mağazaların fiyatları çok daha makul.

Kanallar Venedik’tekilere göre çok daha geniş. Kanala paralel uzanan kuleleri saran sarmaşıklar, kanallarda gezinen kuğular, yemyeşil ağaçlar, at arabalarının nal sesleri şehre ayrı bir romantizm katıyor.

Bu çevrede yer alan Hotel Relais Bourgondisch Cruyce çok etkileyici. İki kanalın kesişimindi bulunan butik bir otel.

Kısa bir yürüyüşün ardından Astrid Parka geliyoruz. Bu park döneminin kraliçelerinden bir için yaptırılmış ama şimdi bir botanik bahçesine dönüştürülmüş. İçerisinde bir de Neptune’ün heykeli bulunuyor.

Şehirdeki yaşlı nüfusun çok oluşu dikkat çekiyor. Parkta bile birçok yaşlı çift el ele yürüyüşe çıkmış sanki aşk tazeliyorlar. O kadar hoş ve güzel bir görüntüydü ki, mutlaka gidip bunu yaşayın.
Aşk dolu, çikolata kokusu dolu, nal sesleri ile akordeon sesleri dolu yemyeşil bir şehir… Eski şehrin dışına doğru diğer bir kanal boyunca dizilmiş 600 senelik yel değirmenlerini görüyoruz. Burada şu an sadece 37 tane yel değirmeni kalmış. Hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde duruyorlar ve kanal boyunca sıralanmışlar. Vaktiniz olursa bir pazar sabahı buradaki Cafe de Windmolen’e giderek burada iskambil oynayan ve bira içen Belçikalılar ile tanışma fırsatı yakalayabilirsiniz.

Çikolata’nın şehrinde Çikolata müzesine gitmeden olmaz. Bu müzenin en dikkat çekici öğesi, girişte sizi karşılayacak olan gerçek boyutlarındaki çikolatadan yapılmış Obama heykeli. Aman dikkat! Altında da bir not var: Amerika Başkanı Obama’yı yememenizi rica ederiz. Diğeri ise Manken Pis’in çikolatadan heykelini yapmışlar ama burada işediği madde de çikolata. İlk şekilli çikolata kalıpları 1947 senesinde yapılmış. Tabii ki o nefis kokular ardından müzenin altındaki satış mağazasından elimiz boş çıkmadık.

Ardından Patates Müzesine geliyoruz. Bu müze çikolata müzesi kadar etkileyici değildi. Daha çok Patates’in Avrupa’ya gelişini anlatmışlar. Patates ilk olarak Peru’da bulunuyor. Oradan Şili’ye gidiyor. 1550 senesinde Şili’den Kanarya Adalarına, 1600’de Kanarya adalarından İspanya’ya, İspanya’dan da Avrupa’ya yayılıyor. Avrupa’da Patatesle en geç 1780’lerde Kuzey Avrupa tanışıyor.
Müze ziyaretlerimiz ardından ara sokakların havasını solumaya devam ediyor ve ana meydanda birer bira içerek soluklanıyoruz.

Brugge gezimizi akşam Passage isimli yerel bir restoranda yediğimiz Midye ve Flaman tabağı ile sonlandırıyoruz.

Brugge, 2009 senesinde Brugge’da çekilen Brugge isimli film en iyi senaryo ödülü aldıktan sonra daha fazla turist çekmeye başlamış, bana sorarsanız çok daha fazla turisti hak eden bir kent!

GRANADA’DA FLEMENKO

İspanya Endülüs bölgesinde Granada’dayız. Programda akşam Flemenko gösterisine gitmek var. 3 arkadaş dedik ki: “Madem flemenko gösterisi izleyeceğiz, hadi biz de flemenko kıyafeti alalım ve gösteriye böyle katılalım”

Önce peruklar alındı.

Granada (232)

Sonra kıyafet ve sonra yanımızdakilerden bir ayakkabı uydurduk. (O zamanlar yanımda topuklu ayakkabı da taşıyordum. Şimdi günlük hayatımda bile nadiren giyiyorum:))Granada (269)

Süsledik, püslendik ve gösterinin olduğu yere geldik. Tabii biz girişte montlarımızı vestiyere verip bu özel kıyafetlerimizle kalınca, ne olduğunu anlamadan kendimizi sahnede bulduk:)

Granada (275)

Granada (270)

Sahnenin tozunu yutamadan indik ve işi profesyonellerine bıraktık. Bizim için unutulmayacak bir deneyim oldu.  Gösteri ise akıllardan silinmeyecek kadar güzeldi:)     Granada (294)

PERU: CUZCO – PUNO ARASI BİR PERULU

Bu kıyafeti Peru’da Cuzco’dan Puno’ya doğru seyahat ederken uğradığımız Kutsal Vadi’deki Pisak Pazarı’ndan aldım.

Cuzco 762 (28)

Yerel halk sizi kendi kıyafetleri içinde gördüğü zaman daha sıcak davranıyor.

Cuzco 762 (9)

Bu kıyafet yıllar sonra bana Aralık 2012’de Türkiye Gezginler Kulübünün düzenlediği ülke kıyafetleri yarışmasında da ikincilik kazandırdı. O nedenle dolabımın baş köşesinde:)

Cuzco 762 (20)

COCHEM GEZİ REHBERİ

Muhteşem manzaralar eşliğinde Rhineland-Palatinate eyaletinde yer alan Cochem’e ulaştık. Cochem bana göre Mosel Nehri üzerinde yer alan en güzel yerleşimlerden biri. Eifel ve Hunsrück arasındaki Mosel Vadisi’ndeki şehir, tam fotoğraflık manzaralar sunuyor.

Mosel Nehri, Fransa’da doğup Koblenz’de Ren Nehri ile birleşiyor. Almanya sınırları içerisindeki toplam uzunluğu 200 kilometre civarında. Alplerin kuzeyindeki en iyi korunmuş Roma kentlerinden olan Trier’den Koblenz’e doğru derin bir vadi içinden akıyor.

Gemimiz yanaşırken heyecanlanıyor ve hemen fotoğraf makinasına sarılıyorum. O kadar güzel manzaralar var ki… Her anı kaydetme çabasındayım.

Herkes terasta toplanmış etrafı izliyor. Bugün sanki her günden daha sessiz gemi… Sanırım yolcular manzaranın güzelliği karşısında büyülendiler. Kimseden ses çıkmıyor, herkes keyifle etrafı seyrediyor.

Gemimiz yanaştığı gibi kendimizi dışarıya atıyoruz hemen bu güzel şehrin sokaklarına kavuşmak için. Karşımızda rengârenk evler ve nehre yansıyan siluetleri… Kent merkezine gitmek üzere nehrin üzerindeki köprüden geçiyoruz. Karşımızda tüm ihtişamıyla Reichsburg Kalesi.

Biz kaleyi, kent merkezini gezdikten sonra dolaşacağız.

Cochem, Mosel şarap ticaretinin merkezi konumunda. Burada üretilen şarapların % 81’i beyaz. Bu bölgede en çok rastlanan üzüm türleri ise Riesling % 22, Müler-Thurgau % 23, Silvaner % 7 ve Kemer % 7.

Buradan şarap yapmak için üzüm fidesi bile almak mümkün. Fiyatları 5,5 Euro ile 7,5 Euro arasında değişiyor.

Kent merkezine doğru ilerliyoruz. Ahşap ağırlıklı tertemiz evler süslüyor sokakları. Bunların çoğu ise hediyelik eşya dükkânı…

Tabii buradan ne almalı diye düşünürseniz cevap kesinlikle şarap ya da şarabı çağrıştıran dekoratif ürünler… Mesela ben şu mumluğu çok beğendim.

Cochem’de likör de oldukça yaygın. Mağazalarda ise likörlerin sunumu harika… Dev şişeler içinde rengârenk duran likörler çok davetkâr : )

Burada likör satın almak isterseniz süreç şöyle işliyor. Önce denemek istediklerinizi görevliye gösteriyorsunuz. Size ufak plastik bardaklara birer yudumluk hazırlıyor. Beğendiğinizden almak istediğiniz miktarı söylüyorsunuz. Mesela 500 ml, görevli istediğiniz ölçüye uygun olabilecek şişeleri gösteriyor. Buradan istediğiniz modeli seçiyor ve doldurtuyorsunuz.

Bu bölge aynı zamanda şampanyaları ile de ünlü. Ama Almanlar şampanyaya “şampanya” diyemiyorlar. Bunun sebebi ise “Şampanya” adının Versailles Anlaşması ile sadece Fransız üreticilere verilen bir hak olması. Bu nedenle Alman şampanyaları “sekt” adıyla anılıyor.

Alman şampanyaları arasında çok kaliteli olanları varken, bazıları ise büyük boy kola ile neredeyse aynı fiyata satılıyor.

Yaklaşık 6.000 kişilik nüfusa sahip şehirdeki en hareketli meydan, belediye binasına da ev sahipliği yapan alan.

Bu meydanın ortasında ise üzerinde atlı bir heykelin bulunduğu bir çeşme yer alıyor.

Ardından nehir kenarı tarafına doğru yöneliyoruz. Burası aslında nehir boyunca yer alan otellerin, restoranların, barların ve kafelerin olduğu genişçe bir bulvar.

Tüm restoranlar ve oteller o kadar ilgi çekici ki… Hatta burada başıma komik bir olay geldi. Babam ile birlikte restoranlara, kafelere, bu mekânların dekorlarına bakarak yürüyoruz. Bir yerde hemen girişte iki tane karşılıklı duran şövalye zırhı ilgimizi çekiyor içeriye doğru yöneliyoruz. Duvarlarda ve cam ile korunmuş bölmelerde ise antika eşyalar, bir de rengârenk valizler… Babama dönüp, “bu kadar şık bir antika dükkânına bu valizler yakışmış mı yani, bari valiz satmasaymış” derken bir grup insan gelip valizleri alıyor.

Meğerse burası antikacı falan değil, bir butik otelmiş. Burada kalmak kesinlikle çok keyifli olurdu : ) Ama bizim keyfimiz de son derece yerinde. Gemide her gece bir aktivite : )

Buradan sonra meşhur bir dondurmacıya gittik. Rehberimizin söylediğine göre bu dondurmacı dünyanın en güzel 25 dondurmacısı içerisinde yer alıyormuş. Gelateria Fratelli Bortolot isimli bu dondurmacı 1896 senesinden bu yana hizmet veriyor.

Çok çeşitli ve farklı dondurma çeşitleri var. Hayatımda ilk kez parmesan peynirli dondurma yedim, çok güzeldi. Grubun genel beğenisi ise limonlu fesleğenliden tarafaydı.

Buradan sonra bizi meşhur Cochem Kalesi’ne diğer adı ile Reichsburg Kalesi’ne götürecek olan turistik araçlara bineceğimiz noktaya doğru ilerliyoruz.

Tam meydana yakın bir duvar üzerinde yıllar içerisindeki su taşkınlarını ve seviyelerini gösteren bir duvarı görüyoruz.

En son taşkın 23 Aralık 1993 tarihinde gerçekleşmiş ve kente epeyce hasar vermiş.

Ardından tam köprünün ayağında farklı renklerde seramik parçaları ile kaplanmış bir duvar görüyoruz. Bu duvar üzerinde her bir seramik parçasının üzerinde kent tarihinde gerçekleşmiş önemli olaylar anlatılmış.

Sıradaki durak muhteşem güzellikteki Reichsburg Kalesi. Bu kale nehir seviyesinden yaklaşık 100 metre yükseklikte ve Neo-Gotik tarzda yapılmış. Yaklaşık 1000 senelik geçmişe sahip olan ve 1020’li yıllarda yapılan bu kale yüzyıllar içinde çok kez el değiştirmiş. Kale 1688’de Fransızlar tarafından ele geçirilmiş ve 1689’da yakılıp yıkılmış.

1874-1877 yılları arasında Berlinli mimar Hermann Ende’nin planlarına göre yeniden yaptırılmış. Mosel Nehri neredeyse tüm şatonun etrafını dolanıyor.

Günümüzde müze olarak hizmet veren kalenin girişindeki en etkileyici yapılardan biri cadı kulesi.

Yavaş yavaş kalenin içine doğru ilerliyoruz. Ancak burada hummalı bir çalışma var. Meğerse akşam saatlerinde kalede çok özel bir davet varmış ve bunun çalışmaları yapılıyormuş.

Kalenin içinde her şey çok özel. Kaleyi ilk yaptıran kişi aslında burayı kendinden yaşça çok çok küçük eşi için yaptırmış. O zamanlar 17 yaşındaki eş, kale yapıldıktan sonra başka birine sevdalanmış. Evi yaptıran kişi ise vefat etmiş. Hikâyesi böyle… Bunlar da evin ilk sahipleri…

Kalenin içinde sırasıyla yemek odasını, misafir odasını, gizli geçitli odaları geziyoruz.

Ardından ise av odasına geçiyoruz. Buradaki av odası ve gerçek hayvan maketleri hem çok gösterişli hem de biraz üzücüydü. Avlanmak o zamanın en popüler sosyalleşme aktivitelerinden biriymiş.

Ardından meşhur terastan Cochem’i izliyoruz. Şarap bağları arasından Cochem’in manzarası müthiş.

Ama en müthiş manzara kalenin dış terasından… Tam bu noktada Kurbağa Kral Heykeli’ni görüyoruz. İşte bu manzara sadece Cochem’i değil tüm Romantik Ren Parkuru’nu anlatan kartpostalların olmazsa olmaz parçası.

Burası belki de tüm Almanya’nın en etkileyici şatosu. Almanya’da toplam 10.000 şato olduğu söyleniyor.

Buradan sonra sırada şarap mahzeni turumuz var. Öncelikle hepimiz bu şarap mahzeni içerisine giriyor yerlerimize oturuyoruz. Ardından rehberimiz bize bu bölgedeki şarap üretimi ve şarapçılığın tarihçesi ile ilgili bilgiler veriyor.

Ardından 4 çeşit olmak üzere beyaz şarap tadımı yapıyoruz. Bu bölgede de tüm Ren Parkuru’nda olduğu gibi beyaz şarap açık ara ön planda. Kesinlikle Riesling almanızı tavsiye ederim. Şişesi 2,4 Euro ile kalitesine göre 35 Euro arasında değişiyor. Mahzenin dışı da içi kadar keyifli.

Cochem’de gezilecek yerler arasında; Harabe Winneburg Kalesi, Aziz Roch Veba Şapeli, Sehler Dom St. Antonius Abbas, 3 Haç Şapeli, St. Martin Kilisesi ve Aziz Remaclus Cemaat Kilisesi de sayılabilir.

Artık bu limandan da demir alma vakti geldi. Saat 19.00 oluyor ve gemimiz nehirde bir sonraki liman için harekete başlıyor.

MASKELERİM VE BEN

Maske yapma hevesi bende ilk Venedik seyahatimden sonra yaklaşık 2005 – 2006 senelerinde başladı. Venedik’te adım başı gördüğüm maskeler beni çok etkilemişti. Ben bunlardan nasıl yapabilirim diye düşünürken bir gün tesadüfen Beşiktaş’ta Kabalcı kitabevinin Hobi malzemeleri bölümünde maske kalıbı gördüm. Hemen yanında da alçı malzemeleri.

Durur muyum? Ödemeyi yapar yapmaz bir heyecan eve geldim ve ilk denemeler başladı. O kadar sabırsızdım ki. iki defa alçının kurumasını beklemeden kalıbı açtığım için ilk denemeler başarısızlıkla sonuçlandı.

Sabretmeyi öğrenince ise düzgün kalıplar çıkartabildim. Düzgün kalıpları boyamak ve renklendirmek ise işin en heyecan verici tarafıydı.

Picture 06ok

İlk yaptıklarım oldukça sade idi. ama zamanla maskeleri süslemeye başladım. Boncuk boyalar ile desenler çizip, peluştan saçlar taktım.

Picture 05 kopya       Picture 00

Ardından süslemelerde pulları da kullanmaya başladım.

Picture 04ok           Picture 02

Sonrasında bayatlamış ojeler en güzel boyama malzemelerim haline geldi. Saçlar renklendi.

Picture 0

Saçlar renklenirken, alçıyı da boyamak yerine farklı malzemelerle kaplamaya başladım. Mesela aşağıdakipolimer kil ile kaplanmış, mini fırında pişirilmiş bir örnek.

Picture 03

Altın Varak ile de kapladıklarım oldu. Ama sonuç pek de iç açıcı olmadı. Olayı biraz daha geliştirmek için alçıdan yaptığım kalıpları, yarım maske yapabilmek için model olarak kullandım. alçı maske üzerini polimer kil ile kaplayıp fırına vermeden yarım maske şeklinde kestim ve pişirdim. Bunlar da bir kaç örnek:

Picture 004 kopya         Picture 07

Ve en son bu sene Venedik’e gittiğimde 1-2 Euroya satılan boyanmaya hazır plastik maskeler gördüm. Tahmin edersiniz ki dönüşte valizimde en fazla yer kaplayanlar bu maskeler oldu.

Döndüğümde ilk iş olarak boyalarımı çıkarttım ve bunları yaptım. Sanırım giderek gelişme kaydediyorum:)

10153743_10153569922509657_8435249727608743326_n

 

MACAU’DA BİR JAPON RESTORANINDA

Murat ile birlikte yine yeni lezzetler peşindeyiz:)

Bu kez Macau’dayız. Macau mutfağında hem Çin, hem Uzakdoğu, hem Japon hem de Portekiz etkisi bir hayli hissediliyor. Biz bir akşamımızı Japon Mutfağına ayırdık.IMG_8968

Sunum ve ortam etkileyiciydi. Siparişimizi verdiğimiz gibi hemen sake servis edildi.IMG_8972

Tempura oldukça lezzetliydi. Genelde yaygın olara karidesten ve sebzeden yapılıyor. Yanında ise hafif bir sos servis ediliyor. Tempurayı sosa bandırarak yiyorsunuz:)IMG_8962

Ardından Japon böreği ya da Japon mantısı olarak tanımlayabileceğimiz gyoza. İşte bu benim favorilerimden biri:)

IMG_8960

Ve şişte ızgara mantar. Zaten mantara bayılırım.

IMG_8959

Japon çöp şişi sukiyaki var sırada. Yediğim en lezzetli etlerden biriydi. İncecik dilimlenmiş et ile sebze sarılmış ve çöp şiş gibi servis edilmişti.

IMG_8961

Sashimi yani bildiğiniz çiğ balıklar buz üzerinde servis edildi. IMG_8958

Sashimiler o kadar lezzetliydi ki, sonunda Murat kendini kaybetti:)IMG_8966

GÖKYÜZÜNDEN ZANZIBAR

Adanın kuzeyinde, Nungwi beach’teyiz. Yoğun bir günün ardından otele yerleşmemiz gece saat 21:00 civarında oluyor. Mnarani Beach Cottages, tam deniz kenarında kurulmuş çok lüks olmayan, sakin bir otel. Danışmada bizi karşılayan genç görevli ise İsveçli bir kız, burada gönüllü olarak çalışıyor.

Sabah ilk işim medceziri en net haliyle görüntüleyebilmek için sahil kenarına gitmek. Ama tabi sabah saat 06:50 olduğundan denizin en yüksek seviyesinde, dolayısı ile ortada sahil yok. Sahil suların altında.

Hemen tablodan bakıyorum, 06:50’den sonra sular çekilmeye başlayacak ve saat 13:10’da en çok çekildiği zaman olacak, ardından tekrar deniz geri gelecek. Tabii bu durum her gün farklı saatlerde gerçekleşiyor. Bu nedenle özellikle sahilde yürüyüş falan yapılmak istenirse tablonun iyi takip edilmesi gerekiyor.

Deniz biraz uzaklaşana ve sahil ortaya çıkana kadar kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltının olmazsa olmazı tropik meyveler ve kahve tabii.

Leziz kahvaltı ardından yavaş yavaş kendini gösteren kumsala inip denize giriyoruz. Sahildeki hamaklarda uzanıp yavaş yavaş denizin çekilmesini izliyorum.

Deniz çekildikçe eski yöntemle balık avlayanların sayısı artmaya başlıyor.

Bugüne özel saat tam 13:10’da deniz en çok çekilmiş olduğu zaman. Artık denizi ufukta görebiliyorum, deniz yaklaşık 200 metre kadar gitti. Yani yüzmek isteseniz önce 200 metre kadar yürüyerek denize ulaşmanız gerekiyor.

Bu konu önemli bir mevzuu. Çünkü deniz yüksekken açılırsanız ve sular çekilmeye başladığında geri dönmeye kalkarsanız, mercan kayalarına çarpabilirsiniz Ya da yürüyerek dönmek isterseniz deniz kestanelerine karşı çok dikkatli olmanız gerekebilir.

Nihayetinde deniz çekildi. Bu saatlarde denize de girenmediğimize göre, alternatif birşeyler yapalım diyoruz. Bizim kaldığımız otele araçla yaklaşık 5-10 dakika mesafede sahibi Türk olan Zanzibar Parasailing var.

Sadece parasailing değil çeşitli su sporlarını yapmak mümkün. Hep beraber araçla Alp Bey’in mekanına Zanzibar Parasailing’e gidiyoruz. Çok hoş ve sakin bir ortam. Öncelikle Alp Bey bize alternatiflerden bahsediyor. Su kayağı, jetski, fly board, banana, parasailing gibi çok çeşitli su sporunu bir arada bulabileceğiniz bir yer burası. Üstelik sahili oldukça eğimli olduğu için deniz çekildiğinde bile denize girmek mümkün.

Alp Bey’in ortağı Sabina ise Alman vatandaşı. Yaklaşık 2 senedir Zanzibar parasailing’i işletiyorlar. O kadar keyifli bir ortam ki, insan yaşlanmaz burada.

Beach Barın önünde zencefilli gazozlarımızı içerken hangi alternatifi değerlendireceğimizi düşünüyoruz. Herkes hem fikir, gökyüzünden Zanzibar’ı izleyeceğiz.

Hep beraber bota biniyor ve biraz açıldıktan sonra diğer tekneye transfer oluyoruz. Zanzibarda bu teknede dalgalanan Türk bayrağını görmek de gurur veriyor insana.

Yanımızda da İstanbul’dan Zanzibar’a seyahate gelen bir çift daha var. Kaptanımız Hasan, aslen Antalyalı, ama yaklaşık bir senedir burada. Teknede bulunan ve bize yardımcı olan iki Zanzibarlı arkadaş ise çok dost canlısı. Bizim Türkiye’den geldiğimizi bildiklerinden arka fon müziği de haliyle değişiyor. Hazırlıklar yapılırken herkeste bir gerginlik var, özellikle de bende.

Çıkacağımız yükseklik 100 – 150 metre değil ki, 350 metreye çıkacağız. Bir de kafaya koydum, çıktığım noktadan Zanzibar’ı videoya kaydedeğecim.

Zanzibarlı arkadaşlar bir yandan bizi hazırlarken, bir yandan da  müzik eşliğinde dans ediyorlar. Bizi de danslarına ortak ediyorlar. Yani tam bir şenlik var teknede.

Evet… İlk kim? Grubumuzun en cesuru Banu Hanım yavaşça tekneden ayrılarak göğe doğru yükseliyor.

Ben de ikinci sırada çıkacağım ama daha şimdiden dizlerim titremeye başladı.

Ama yapılacak bir şey yok. O görüntüyü almak için çıkmam şart diye içimden kendi kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum.

Ve vakit geldi. Bir elimle sıkıca tutunuyorum diğer elimde ise düşmemesi için kamerayı sıkıca kavrıyorum. “Ok, ok,…” sesleri arasında tekneden ayrılıyorum. O esnada durumuda kavramak için kamera kaydına falan basmayı erteledim. Ne zaman ki, tekne bir nokta olarak görünür oldu. Video kaydına başladım. Tepede rüzgar çok fazla hissediliyor. Biraz ürkütücü olsa da çok ama çok keyifli.

Yemyeşil ağaçlarla kaplı adayı çevreleyen turkuaz deniz muhteşem görünüyor.

Tabi tek elimle tutunduğum için biraz denge problemi oldu ama bu görüntüye kesinlikle değdi. Beni yavaş yavaş aşağıya çekmeye başladıklarında artık içim çok daha rahat. Tabii inerken şunu düşünmeden edemiyor insan; ip bir kopsa, nerelere uçarım kimbilir…

Tekneye yaklaşık 30 – 40 metre yaklaşıldığında kaptan Hasan herkesi bir suya batırıp çıkartıyor. Ancak elinde kamera olduğu için maalesef ben bu oyundan mahrum kaldım. Artık bir dahaki sefere…

Tekneye indiğimde kolumda çok yoğun bir ağrı vardı, artık nasıl sıkı sıkı yapıştıysam… İndiğimde rahatlamış olmanın verdiği enerjiyle, Zanzibarlı arkadaşların yaptığı danslara eşlik ettim. Hepimiz uçuşlarımızı tamamladıktan sonra, sahile dönme vakti geldi. Manzara muhteşem.

Parasailing maceramız sonrası Alp Bey’e teşekkür ediyor ve bölgedeki Maasaililerin kurdukları tezgahları dolaşıyoruz.

Aslında birkaç gün daha vaktimiz olsa idi, yerel halk ile birlikte her cumartesi Alp Bey ve Sabina Hanım’ın mekanında gerçekleştirilen partiye katılabilirdik.

Artık bu da bir sonraki sefere kaldı.

Vakit kaybetmemek için araçlarla yeniden otele döndük. Deniz yeniden yükselmişti. Ancak gün batımı öncesinde yapmamız gereken bir şey daha var. Nungwi bölgesinde iki tane doğal akvaryum bulunuyor. Bunlardan biri daha geniş ve içinde bulunan su kaplumbağalarını kenardan besleyebiliyorsunuz. Bir diğeri ise daha küçük, ama burada su kaplumbağaları ile birlikte yüzebiliyorsunuz. Tabii ki yüzmeyi tercih ettik. Kayaların arasındaki bu doğal havuzda kaplumbağalar ile yüzmek ve yüzerken onları beslemek ilginç bir deneyim.

Zanzibar’da akşam üstü saatlerde odada olmamak gerek. Çünkü burada güneş okyanusta batıyor ve çok hoş manzaralar sunuyor. Aslında yerellerin Dhow dedikleri tekneler ile günbatımı turları da mevcut. Yaklaşık 1-1,5 saat süren bu tura çıkmak yerine biz sahilden güneşi batırmaya karar verdik.

Kaplumbağa havuzu çıkışında Nungwi beach’teki deniz fenerinin kuzey kısmına yürüdük.

Tam da güneş batmak üzere gökyüzü pembeye dönmüş.

Sahilde oturup günbatımını seyrettim bir süre. Bir kısmımız ise güneşi, denizin içinden izledi. Manzara ve denizin sesi tek kelimeyle muhteşem.

Güneşi de batırdıktan sonra fazla zaman kaybetmeden sahilden otelimize doğru yürümeye başladık. Çünkü saat 19:20’de yine deniz en yüksek seviyesine gelecek. Deniz fazla yükselmemişken diz boyu sulardan yürüyerek otele döndük. Saat 19:20’de yine yürüdüğümüz yerler yürünemez, yüzülür hale gelmişti.

Akşam yemeğinden sonra yine meşhur hamaklara geçerek denizin geri gidişini izledim. Gece yarısı saat 00:26’da deniz yine ortadan kaybolmuştu. Tabi bunu görebilmek için el feneri ile etrafa bakmak gerekiyor. Çünkü Zanzibar’da belli saatten sonra tasarruf için genel alanlardaki elektrikler kapatılıyor, buna otelin yol ışıklandırmaları da dahil. Odalarda elektrik var ama odadan çıkıp, restorana dahi gitmek isterseniz, bir el feneri şart.

Ertesi gün kahvaltı ardından Zanzibar’daki favori mekanımız olan Alp Bey’in yerine gidiyoruz yeniden.

Su sporlarına doyamadık ekip olarak. Bu kez de banana yapacağız. Herkes hazır. Banananın üzerinde iki kez düşürüyorlar bizi. Neyse ki birbirimizi fazla sakatlamadan yine çıkıyoruz sahile.

Alp Bey, Sabina Hanım ve tüm çalışanlarla vedalaştıktan sonra, gezimizin ikinci etabı olan safariye çıkmak üzere önce Dar Es Salaam’a oradan da Arusha’ya uçuyoruz.

GUATEMALA TİKAL ANTİK KENTİ

Orta Amerika’da hem Pasifik hem de Atlantik Okyanusu’na sınır olan Guatemala aynı zamanda en büyük Maya miraslarından biri.

Meksika, Belize, Honduras ve El Salvador ile komşu olan ülkeye doğudan Belize tarafından giriş yaptık.

Sabah erken saatlerde Belmopan’dan yola çıkarak Guatemala sınırına ulaştık. Burada Belize’de bize eşlik eden Laselle ile vedalaştık ve bize Guatemala’da eşlik edecek olan yeni rehberlerimiz ile tanıştık.

Bugün programımızda Guetamala’nın efsane şehri olarak adlandırılan Maya uygarlığına ait Tikal Antik Kenti var.

Normalde Belmopan – Tikal arası 2,5 saat, yaklaşık 150 kilometre. Ama Guatemala sınırı geçişinde hiç oyalanmadan hızlıca geçmiş olsak da yol indi bindiler, tanışmalar ve vedalaşmalar ile 3,5 saati buluyor.

Nihayet Tikal’deyiz.

Tikal Ulusal Parkı, Guatemala’nın Peten bölgesinde yer alan yağmur ormanlarının arasında. Bu ulusal park UNESCO tarafından hem Dünya Kültür Mirası Listesi’nde hem de Dünya Doğa Mirası Listesi’nde yerini almış.

Tikal Ulusal Parkı çok geniş bir alan üzerine kurulmuş. Şöyle köşe bucak gezeyim derseniz en az 10 kilometre yürüyüş garanti. Tikal’de saray, tapınak, tören alanı, adak taşları, top oyun sahası, teras, steller, yollar ve buhar hamamları gibi 3.000 civarında yapı yer alıyor.

Yağmur ormanları içinde yer alan Tikal Antik Kenti’ne doğru yürüyüşümüze başlıyoruz. Burası gerçekten çok geniş bir alana yayılmış bir antik kent. Büyük bir bölümü ise daha gün yüzüne çıkartılamamış.

Yürürken Ceiba ağacını görüyoruz. Bu ağacın Maya dilindeki adı “Ya’ascche’”. 8 Mart 1955’te Guetamala’nın ulusal ağacı olarak kabul edilen Ceiba özellikle Maya biyosfer rezerve alanları çevresinde çokça görülüyor. Mayalar bu ağacı kutsal kabul ediyorlarmış.

Yükseklikleri 70 metreye kadar ulaşan ağacın gövde çapı ise 2 metreyi bulabiliyor. Bu nedenle bu ağaçları sağa sola eğilmiş göremiyorsunuz diğer bir söyleyişle bu ağaçlar yere sağlam basıyor.

Bu ormanda sayıca çok olan diğer bir ağaç cinsi ise Chico Zapote-Sapodilla adı verilen sakız ağaçları.

Bu orman içerisinde ilerlerken çok sayıda maymun ile karşılaşıyoruz. Burada bulunan Howler (Uluyan) adı verilen bir tarz maymun aynı köpek gibi havlama sesi yapıyor. Bu nedenle yerel halk bu maymuna havlayan maymun ya da gürültücü maymun diyor.

Tikal, Peten bölgesinin kuzeybatısında yer alan Guatemala’daki en büyük ve en önemli tören merkezidir. Tikal M.Ö. 900-300 arasında küçük bir köy olarak kurulmuş. Ancak M.Ö. 300-M.S. 100 arasında bölgede büyük piramit ve tapınaklar inşa edilmiş. Bu tapınakların yapılmasından sonra burası büyük bir tören merkezi haline gelmiş.

Ardından büyük saraylar ve yeni tapınaklar inşa edilmiş. Bölgenin önemi de giderek artmaya başlamış. Maya hiyeroglif yazısı ve karmaşık takvim sistemi ortaya çıkmış.

Tikal’in; Chichen Itza, Copan, Uxmal gibi diğer Maya kentlerinden ayrılan önemli bir özelliği var. Bu da orman içinde yer alması. Aslında aynı Kamboçya’daki Angkor Wat Tapınakları gibi burası da yıllarca ormana teslim olmuş.

Tikal’de tapınakların çoğu açığa çıkmış. Ana meydanlar temizlenmiş ama tapınaklar arası giderken yine orman içinden yürüyorsunuz. Orman içinde howler maymunlarının yanında rengârenk papağanlara, tavus kuşlarına ve de tukan kuşlarına rastlayabilirsiniz. Bunlar arasında rastlaması en zor olan cins Tukan kuşu. Bu kuş aynı zamanda Guatemala’nın ulusal kuşu. Görme şansınızı arttırmak için sabahın erken saatleri ya da akşam geç saatlerde ortalık sakinken dolaşmanızda yarar var. Farklı cins pek çok kuş görebilirsiniz.

Kuruluşu M.Ö. 400 senelerine kadar uzanan Tikal, bugünkü şeklini M.S. 250 yıllarında almış. O dönemde Orta Amerika’da en önemli dini, siyasi ve ekonomik merkezlerden biri haline gelmiş. Özellikle matematik, astronomi ve sanat konularında döneminin en gelişmiş merkezlerinden biriymiş. Altın çağı ise M.S. 600 ile 900 yılları arasına rastlıyor.

1979 senesinden beri UNESCO dünya kültür mirası listesi içinde yer alan Tikal, Guatemala’nın en fazla ziyaret edilen yerlerinden. Halk arasında “Sesler Krallığı” olarak biliniyor.

M.S. 230 yılında Kral Yax Moch Xac Tikal yönetimini ele geçirmiş. O günden sonra da terkedilene kadar krallık sülalesi tarafından yönetilmiş.

Tikal Antik Kenti çok geniş bir alana yayıldığı için arkeologlar farklı bölümleri M, N, O, P, Q kompleksleri olarak adlandırmışlar. Bu komplekslerin her birinde doğu – batı istikametinde yerleşmiş karşılıklı iki tane piramit yer alıyor. Kuzey ve Güney yönünde ise dikdörtgen binalar var. Pek çok komplekste de piramitlerin önünde dikilitaşlar yer alıyor. Şimdiye kadar bu dikilitaşların ne amaç ile yapıldığı tam olarak çözülememiş. Pek çok arkeolog bunların sunak yeri olduğu görüşünde.

Maya sanatında anıtsal heykellerin ve vazo resimlerinin büyük yeri vardır. Burada en azında vazoları olmasa da anıtsal heykeller konusunda fikir edinebilirsiniz.

Tikal’deki en büyük meydan Gran Plaza ya da diğer adı ile Plaza Mayor. Burada 1 ve 2 numaralı tapınaklar yer alıyor.

Temple of the Grand Jaguar” yani Jaguar Tapınağı Maya Kralı Moon Double Comb anısına inşa edilmiş. Kralın kendisi bu tapınağı yaptırmaya başlamış. Ancak bitirmeye ömrü yetmemiş. 734 senesinde tapınağı yerine geçen oğlu tamamlamış. Bu tapınağın yüksekliği tam 44 metre.

Bu tapınağın hemen karşısında ise kralın karısı için yapılmış olan 38 metre yükseklikte bir tapınak daha var. Maskeler Tapınağı (Mascarones) adı ile bilinen bu tapınağa çıkmak yasak. Çünkü zamanında bu tapınağa çıkmak isterken düşüp ölenler olmuş.

Karşılıklı duran bu iki tapınağa Twin Towers da deniliyor.

Bir numaralı tapınağın yanında ise kutsal top oyununun oynandığı alan bulunuyor.

Buradaki pek çok yapı bir diğerinin üzerine inşa edilmiş. Bu nedenle bu bölgedeki yapıların bir kısmı MÖ 400 senesine kadar gidiyor. Özellikle bu yapıyı bir ve 2 numaralı tapınaklar arasında kalan bölümde görebiliyorsunuz.

Bu alanda çok sayıda iyi korunmuş dikilitaş da yer alıyor.

Bu alanda epey vakit geçirdikten ve bir numaralı tapınağın tepesine çıkıp çevreyi izledikten sonra diğer piramitlere doğru yöneliyoruz. İlk olarak 55 metre yükseklikteki 3 numaralı piramidi ardından da 58 metre yükseklikteki 5 numaralı piramidi görüyoruz.

Beş numaralı piramit M.S. 600’lerde inşa edilmiş. Bu piramidin tepesine çıkmak mümkün. Ancak merdivenlerin çok dar ve dik olduğunu unutmamalısınız. Buna rağmen göze alıp çıkın. Çünkü tepeden Gran Plaza’yı 1 ve 2 numaralı piramitleri izleyebilirsiniz.

Bir diğer panoramik manzaralı tapınak ise 64 metre yükseklikteki 4 numaralı tapınak. Sadece Tikal’in değil Orta Amerika’nın en yüksek piramit tapınak unvanına sahip olan bu tapınağa çıkarsanız ağaçların arasından 1, 2 ve 5 numaralı piramitleri görebilirsiniz. Bir diğer adı ise “Çift Başlı Yılan” Tapınağı. Bu tapınak gün doğumunda çok fazla ziyaretçi ağırlıyor.

Bölgedeki diğer önemli meydan ise sıra halde dizilmiş olan 7 Tapınaklar Meydanı. Ancak burada da kazı çalışmaları biz gittiğimizde halen devam ediyordu.

Tikal o kadar geniş bir antik kent ki halen gün yüzüne çıkmayı bekleyen kilometrekarelerce alan var. Ancak gün yüzüne çıkmış olan kısmı bile çok etkileyici. Vakit kaybetmeden görmenizi öneririm.